17 Ağustos gecesi telefon çaldığında panikle uyanıp açtım. Arayan annemdi. Beni korkutmamak için temkinli ses diksiyonu, kelimeleri seçerek konuşması gün gibi hafızamda yerini muhafaza ediyor. ‘Düzce’de deprem oldu, dayınlara ulaşamıyoruz, korkma!
Biz yola çıkıyoruz. Sen gelme işlerini, çocuklarını bırakıp düşme yollara’ diyordu annem. Sesinden kalbinin titrediğini duymuştum sanki.
‘Anne canım annem, özür dilerim ama bir şey söylemek istiyorum’ dedim. ‘Olabilecek en kötü şeyleri göze alarak çıkabilecek misin yola?’ diyebildim. Boğuk ve neredeyse duyamayacağım bir sesle yutkunduğunu kelimelerin boğazına düğümlendiğini duyabiliyordum.. Annem güçlükle ‘evet söz veriyorum beni merak etme her şeyi göze alarak gidiyorum’ diyebildi. Telefon kapandığında içimde en derinlerde bilmediğim bir yerlerde acılar hissettim. Anneme gelmeyeceğim desem de ardından ben de yola çıktım. İzmir, Bursa, Balıkesir, Ağrı, Erzurum, İstanbul’ Mersin ve daha saymakla bitiremeyeceğim birçok yerden Düzce’ye akın ediyorduk. Öyle ya! Tam 35 yıldır üç dayım ve tüm aileleri Düzce’de yaşıyordu.
En kötüsü neydi?
… …?
Gölcüğe vardığımızda hayretler içindeydim. Her yer toz duman içinde ve kokuyordu. Binalar moloz halindeydi. Bir bina görmüştüm, sola doğru yarı beline kadar eğilmişti. Beyaz bir buzdolabı havada asılı duruyordu. Perdeler uçuşuyordu. Elimiz kolumuz bağlı ve durup yardım edemiyorduk. Bir an evvel trafiği aşıp 25-30 kişilik aile fertlerimize ulaşmayı amaçlıyorduk. Yüreğimiz ağzımızdaydı. Kardeşlerim ve ben annem için çok endişeleniyorduk. Saatler sonra nihayet Düzce’deydik. Dayımların oturduğu bina yıkılmıştı. Çocukları, torunlar, gelinler enkaz altından çıkabilen herkes yaralıydı. Saatler sonra en büyük dayım ağır yaralı olarak İstanbul’a götürüldü. Depremin ikinci günü ortanca dayım ve çok sevdiği üstelik hamile olan gelini moloz yığınların altından çıkarılmıştı ama artık hayatta değillerdi. Her şey çok hızlı ilerliyordu. Defin sırasında elime büyük siyah bir çöp poşeti verip ‘bu erkek bacağı sizin cenazenizin sol bacağı’ dediler. Dayımın üstüne toprağın büyük bir kısmı çoktan atılmıştı.
Ağladım mı? korktum mu? Bilmiyorum.. Tarifi güç bir duygu… Aceleyle annemin yanına gittim. Güzel yüzüne bakıp ‘dayımın bacağıymış’ dedim.. O çok güçlüydü. Hem zaten annemden başka kimseye söyleyemezdim. Herkes koşa koşa bir can daha kurtarmanın, bir yardım paketi daha alabilmenin, birbirlerine yardım edebilmek için çırpınmanın peşindeydi. Öyle cenaze bekle, ağla, dövün filan yok! Hareket, sürekli hareket vardı.
Hiç kimse yorulmuyordu..
Annem yüzüme bakıp acı içinde ‘bize ait değil çok şükür dayının bedeni tam yavrum’ dedi.
O şükür dolu bakışlardan çok etkilenmiştim. Çok sevdiği abisinin bedeninin bütünlüğüne sevinmişti. Benim için her şey çok karışıktı. Bir yandan tüm Türkiye’den yardım geliyordu. Herkes gibi ben de çok koşturuyordum. En çok çocuk bezine gereksinim vardı. Ulaşabildiğim her yerden çocuk bezi istiyordum. Gelen yardımlar o kadar boldu ki bir yerden sonra yağmalar başlamıştı. Öyle ki farklı illerden, ilçelerden yağma için gelen kişiler sarmıştı etrafı. Onlarla mücadele etmek çok zordu.
Bizim evimizde her yıl 17 Ağustosta mevlit okutuldu. Annemin gözünün yaşı hiç dinmedi. En sonunda ağlaya ağlaya sol gözünde %70 görme kaybı yaşadı. Çok sevdiği abisi…
Her yıl ziyaretine gelen, her hafta arayan, iş seyahatlerinde muhakkak İzmir’e uğramadan geçmeyen abisi artık gelmeyecekti.
Bununla da bitmiyor...
Uzun yıllar her gün evlerin ve işyerlerinin kapısını çalıp ‘deprem mağduruyuz’ Deprem mağduru değilse bile ‘deprem mağduruyuz’ diye kapı kapı, köy,köy, şehir şehir geziyordu insanlar.
17 Ağustos’un bendeki karşılığı yaşadığım bu gerçeklerdir.