ŞARK İNSANI YAYLA BUĞDAYI GİBİDİR. YAVAŞ YAVAŞ YETİŞİR, FAKAT İÇİ DOLU, ÖZLÜ YETİŞİR...
Muzaffer Arslan Ağabey, gönüller fatihi Üstadımız, Bediüzzaman Said Nursi(r.a.) hazretlerini hakkıyla tanıyan mümtaz bir şahsiyettir. Yarım asrı geçen hizmetinde gitmediği yer, uğramadığı diyar kalmamış. Onu şehir şehir dolaştıran, kasaba kasaba gezdiren ömrünü vakfettiği Risale-i Nur davasıdır...
Bir dava uğruna ölmek kolaydır. Asıl önemli olan, o dava uğruna yaşamaktır, hayatını ona vakfetmektir. İşte bu ağabeyimiz, hayatını, davasına vakfeden bir zattır. Zaten bu dava, uğruna binlerce hayatların vakfedildiği, yolunda yüz binlerce kişinin hizmet ettiği, takdire şayan bir davadır. Büyük zatların fikirlerini, hizmetlerini anlatmadan hayatlarını anlatamazsınız. Biz de onun hayatını, fikirleriyle ve hizmetleriyle anlatmaya çalışacağız.
Muzaffer Ağabey, beldelere Nurları sadece ilk götüren değil, o gün bu gündür bu yerlerdeki hizmetleri de takip edendi. Hafızası çok kuvvetliydi. Memleketteki bütün dershaneleri ve cemaatlerini bilirdi...
Türkiye'de müracaat edilen ağabeydi. Nerede bir niza çıksa, bir huzursuzluk olsa onu çağırırlardı. Bazen Üstad'ın talebeleri onu görevlendirir. Bazen de kader-i ilahi onu, oraya sevkederdi...
Ağrı dershanesine Ağabey'in geldiğini duyan Nusret Hoca, imamlık yaptığı Köyü'nden çıkıp Ağrı dershanesine apar topar gelmişti. Muzaffer Ağabeyle görüşmeleri görülmeye değerdi. Nusret Hocam, Konya sokaklarında Şems-i Tebrizi'ye kavuşan Mevlana gibiydi. Önce Muzaffer Ağabey'in elini öper ve sonra sarılırlar.
Muzaffer Ağabey için şöyle derdi Nusret hocamız:
Kardeşlerim, siz bu Ağabey'in kim olduğunu bilmiyorsunuz, bunun derecesini anlamıyorsunuz. Bu Ağabey, Mehdiyetin büyük bir rüknüdür...
Onun bir kahvaltıyla akşam ettiği günler çok olurdu. Hizmette yemeği aklına bile getirmezdi. Acıktı mı hiçbir şey konuşmadan mutfağa geçer, bir kahvaltılık hazırlar, bir patates veya bir yumurta haşlar, ona kanaat ederdi. İşini kendisi yapar, misafirini de kendisi ağırlardı...
Birgün bir kardeş Rafadan yumurta yapınca Muzaffer Ağabey: Kardeşim ben ömrümde hiç damak tadımı takip etmedim. Karnımı doyurup hep hizmet-i Kur'an'iyede koşturmayı düşündüm. Sen ise daha lezzetli olsun diye rafadan yapmışsın. Ben buna alışkın değilim, bunu yiyemem demişti...
Yine birgün misafirleri vardı. Açtığı sofrada birkaç dilim bayat ekmek ve bir tas mercimek çorbası vardı. Onu yemeğe başlayınca dedi ki: "bu çorbayı iki gün önce yapmıştım. Fakat iki günde bitmedi, bu gün birlikte bitirelim." Çorbayı bitirmişlerdi Fakat çorbadan daha ilk kaşığı alır almaz çorbanın tadının değişmiş olduğunu ve biraz ekşimiş olduğunu farketmişler ve birşey dememişlerdi...
Hizmette Anadolu'nun bu koca çınarı bir ömür boyu böyle kendi işini kendi görerek, zaman zaman da misafir kabul ederek yaşamıştı. Gün olmuş söğüş ekmek yemiş, gün olmuş, pilav ekmek yemiş, bazen de gün olmuş üç günlük mercimek çorbası içmişti...
Hizmet eden Doğu insanı için şöyle derdi:
"Şark insanı yayla buğdayı gibidir. Yavaş yavaş yetişir, geç yetişir; fakat içi dolu olur, özlü olur..."
Üstad'ın hizmet tarzını anlatırken, İçini çekerek duygulanır ve konuşmasına daha bir heyecanla devam ederek:
Ben Ali Uçar'ın herkese vakıflık teklif etmesine de karşıydım. O herkese vakıflık teklif ediyordu, oysa daha dikkatli olup yapabileceklere teklif etseydi, daha uygun olurdu. Mesela öğretmenlere de vakıflık teklif ediyordu. Bir öğretmen kaç yılda yetişiyor? Biz bir zamanlar bir iki öğretmenimiz olsun diye dua ediyorduk. Şimdi öğretmenlerin vakıf olmasını istiyorlar. Ben buna karşıyım. Vakıflığı herkes yapabilir, oysa siz herkesi bir okula gönderip sınıfta derse sokamazsınız!
Bir hizmet mahallinde cemaatle iyi geçinemeyen kişi orada hizmet edemez...
Vakıf dediğin ömrünü Kur'an hizmetine adamış kişidir. Onun kaldığı merkez de dershane olur, biz Üstad'tan böyle gördük. Günümüzde insan, adam aramak için çarşılarda mı dolaşırmış. Dershaneye gelip gidenlerin haddi var hesabı yok. Adam dershaneye geliyor, ya dershane kapalı ya da dershanede kimse yok. Gel gör ki bizim vakıf da hizmet olsun diye caddelerde sokak sokak dolaşıyor, çarşılarda dükkân dükkân adam arıyor. Böyle şey olur mu? Vakıf dediğin dershane merkezli olmalıdır." derdi...
Muzaffer Ağabey'in aklı hizmetteydi, gönlü kardeşlerdeydi. Elinde Risale-i Nur, ufkunda iki cihan vardı. Dershanelerde zamanını geçirir, Üstad gibi yaşardı...
Üstad'ı ilk tanıyan değildi. Hapse ilk giren de değildi. Risalelerde adı geçen Ağabeylerden biri de değildi. Fakat o, ilklere en çok imza atan nur talebesiydi.
Anadolu'da ekser beldelere Risale-i Nur'u ilk götüren oydu. Gittiği yerlerde nur sohbetlerini başlatan ve ilk dersi yapan oydu. O zamanın şartlarında, bir hikmete binaen, ekser yerlerde Mehdi ve Deccal kavramlarını asrımıza göre izah eden ilk kişi oydu. Hatta bu husus Üstad'a iletilmiş, Üstad'ın Ağabey'e kızacağı beklenirken, Üstad ona hiçbir şey dememiş, görüştüklerinde hizmetlerini tebrik etmişti...
Bir sahabe hayatı gibi yaşardı. Pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Tabii ki bu sadelik insana apayrı duygular ilham ederdi. Ayrıca ibadette derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bambaşkaydı...
Yine bir konuşmasında şöyle demişti:
Biz Risale-i Nur okumadan önce Mehdi bekliyorduk, kurtarıcı bekliyorduk. Bunun kim olacağını, nasıl geleceğini de bilmiyorduk. Ne zaman ki Risale-i Nur'u okuduk, bütün beklediğimize kavuştuğumuzu anladık. Bin yıldır beklenilen bu değeri elimizin tersiyle itemezdik, ihmal edemezdik, bu değere bigâne de kalamazdık. Bu değerin hamili olmak, onun uğruna yaşamak zaten çekip durduğum bir hasret idi. Bu hasretin taşıyıcısı olmayı, hamalı olmayı kendime borç bildim. Allah'a şükür, Rabbim bunu kabul etti. Üstad da bizi reddetmedi."
(Ağabeyler Anlatıyor.)
Murat FİDAN