Hiç tanımadığımız ve bilmediğimiz bir yerde etrafımızda tanımlayamadığımız birtakım sesler duymaya başladık. Henüz hiçbir şey göremiyorduk. Bir sıvının içinde hareket halindeydik ve göbeğimizden bir yere bağlıydık. Sonra buraya dar gelmeye başladık ve tanımlayamadığımız bilmediğimiz başka bir yere buradan çıkartılarak geçiş yaptık ama göbeğimizdeki o bağ kesilmişti ve ciğerlerimize giren o ilk hava bizi adeta yakıyordu. Ağlayarak girdik buraya yani daha sonra adının dünya olduğunu öğrendiğimiz bu gezegene!
Burayı sevmedik, buradan hoşlanmadık çünkü burası ilk kaldığımız yer gibi rahat ve sıcak değildi ama sıcaklığıyla bizi sarmalayan bir insana sığındık. O sığındığımız insan bizi besliyordu. Nasıl olur? O insanın göğsünden gelen gıdayı ağzımızla nasıl içeceğimizi biliyorduk. O ağzımızdaki gıdayı nasıl yutacağımızı da biliyorduk.
Derken hiç bilmediğimiz bir yerde açtık gözlerimizi. Yanımızda bizimle ilgilenip oyunlar oynayan 2 kişi vardı. Birisi bizi sarmalayan ve besleyen insandı ki onu kokusundan tanıdık ama diğerini de daha önce hiç görmemiştik ama sesini sıvının içinde göbeğimiz bağlıyken duymaya başlamıştık bu kişinin. Bu kimselerin yanında öğrendik anne baba demeyi. Bu kimselerin yanında öğrendik konuşmayı. Ancak biz yine de çok sevmiyorduk burayı. Sıvının içi daha güzel ve sıcaktı. Burada hastalık, üşüme, açlık, gaz çıkarmak, haşereler ve birçok dış etken bizleri rahatsız ediyordu ve biz anne babalarımızın koruyuculuğuna muhtaçtık.
Zamanla bize sorumluluk yüklemeye başladılar. Okula gitmemizi istediler. Önümüze bir sürü görev yüklediler. Bedavadan korunma ve yeme-içme dönemi sona ermişti. Kendimizi bir yol üzere bulduk daha akıl baliğ bile olmamıştık! Bizi içinde bulunduğumuz toplumun kültürüne göre yetiştirdiler ve sonunda akıl baliğ olduk. Kimimiz bu dünyaya neden geldiğini sorguluyor ve hayat amacını merak ediyordu. Kimimiz bu dünyaya neden geldiğini umursamıyordu. Kimimiz daha akıl baliğ olmadan ölüyordu. Kimimiz aklını kullanabilecek güçte değildi.
Etrafımıza baktığımızda her şeyin bir mucidi veya üreticisi vardı. Bu koskoca kâinatın sahibi ve derslerde öğrendiğimiz fiziksel, kimyasal, biyolojik, vb. kanunları koyan kimdi? Her şeyin bir üreticisi veya mucidi varsa bu kâinatın bir yaratanı ve fiziksel, kimyasal, biyolojik, vb. kanunların bir kurucusu olmalıydı. Bu kadar ihtişamlı ve bu kadar önem verilmiş bir yere gelmiş olmamız, anne baba tarafından bir zamana kadar bedavadan himaye edilmemiz ve üzerimizdeki onca nimet buraya sebepsiz yere gelmediğimizi göstermekteydi. Bir yaratıcı vardı ve bizi bir amaçla buraya göndermişti.
Bu yaratıcıya nasıl ulaşacaktık? Bu yaratıcıya geliş amacımızı nasıl soracaktık? Bu yaratıcı ile nasıl konuşacaktık? Bu yaratıcı işte bu noktada yardıma hazırdı. Bizlere elçiler göndererek cevabını aradığımız bu konularda bizleri aydınlatmaktaydı. Kimimiz bu elçileri dinleyerek ve geliş amacımızın idrakine vararak bu sınavda başarılı olduk kimimiz de bu elçileri yalanlayarak kaybedenlerden olduk.
Bu yaratıcı son elçisini göndermişti. Bu son elçi Hz Muhammed (sav) idi. Hz Muhammed (sav) Yüce yaratıcının son resulü yani son elçisi idi. Artık elçi gelmeyecekti. İşte bu yaratıcı Allah’tır. Bizleri bu dünyaya imtihan için göndermiştir. Peki, neden bizi imtihan ediyor? Bu dünyaya gelip imtihan olmayı biz mi istedik? Neden dağları, taşları, hayvanları, otları, meraları sınamıyor? Neden bizleri muhatap kabul ediyor? Ahzab suresi 72. Ayette bu durumu açıklamıştır rabbimiz. İlgili Ayette mealen “Şüphesiz biz emaneti yere, göğe ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” Şeklinde geçmektedir. Sizce bu emanet ne olabilir? Yeri, göğü ve dağları çekindiren neydi? Hayvanları, ağaçları, taşları korkutan neydi? Gürlemesiyle bizleri ürküten koskoca göğü ürküten neydi? Bu emanet neydi? Bu emaneti yüklenen insan neden çok zalim ve çok cahil diye tanımlanmıştı? Bu emaneti yüklenen insanlar için neden böyle ağır yerici üslup seçilmişti? Aslında bu ayet dünyaya geliş amacımızı özetlemektedir. Araf suresi 172. Ayetin meali de şu şekildedir: “Hani rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da, ‘Evet, şahit olduk ki Rabbimizsin’ demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.” Bu ayeti Ahzab suresi 72. Ayetle beraber tefekkür ettiğimizde aslında kendi kendimizin elini kolunu bağladığımızı ve kendimizi çok çetin sınavlara mecbur bıraktığımızı görmekteyiz. Bu emaneti kabul ederek çok büyük bir sorumluluk aldık ancak bunun farkında bile değiliz.
Allah (c.c) âdeta elimizi ve kolumuzu bağlamış ve bizleri inkâr bile edemeyeceğimiz pozisyonda “rabb”liğine şahit tutmuştur. “Rabb” terbiye eden, hayatı düzenleyen, hayatın idamesi için kanunlar koyan, idare eden, sahip, malik, melik gibi anlamlara gelmektedir. Araf suresi 172. Ayette belirtildiği üzere henüz dünyaya gelmeden çok çok çok eski zamanlarda tüm varlığımızla Allah’ın “rabb”liğine şahit olduk.
Ya eğer sen bizim rabbimiz değilsin, deseydik? İşte bu durumda “rabb”liğini bile kabul etmediğimiz bir varlık bizi neden yaratsın, bizi neden imtihan etsin, bizi neden bu dünyaya imtihan için göndersin ki? Baştan kendi kendimizi mahkûm ettik. Hem Allah’ın “rabb”liğini kabul ederek hem de çok ağır bir sorumluluk yüklenerek kendi el ve kollarımızı bağladık.
Allah bizden yapamayacağımız hiçbir şey istemiyor yine de. Biz çok ağır bir emanet kabul ettik ama Allah bize onu yine kolaylaştırmış. Allah bizden zariyat suresi 56. Ayette belirttiği üzere sadece kulluk etmemizi bekliyor. İlgili ayet meali şöyledir: “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”
Kulluğu yine de hafife almayalım. Kulluk bizim bildiğimiz basit anlamda kulluk değildir. Yani namaz kılmak, ibadet etmek, oruç tutmak, hacca gitmek, biraz zekât vermek tek başına kulluk değildir. Bunlar kulluğun içinde basit cüzlerdir. Kulluk kavramını ne yazık ki çok basite alarak bunlarla sınırladık. Babamız vefat ettiğinde malları İslam’a göre paylaştırmamız da kulluğun içinde bir cüzdür Namaz kıldığımız, oruç tuttuğumuz, zekât verdiğimiz, hacca gittiğimiz halde mirasımızı İslam’a göre paylaşmazsak kulluğun dışına çıkmış oluruz. Yine Allah’ın tesettür emrine uymazsak yine kulluk çizgisinden çıkmış oluruz. Yine muamelatta İslam şeriatının dışında harekete dersek yine kulluk çizgisinden sapmış oluruz. Yine hayatımızı düzenleyici kanun ve hükümleri kendimiz belirlemeye çalışır ya da bizim gibi insanlara bizi yönetme ve idare etme hakkını verirsek yine Allah’a kulluk çizgisinden sapmış ve kendimize veya diğer insanlara kulluktan pay vermiş oluruz.
Allah kulluk noktasında ortak kabul etmemektedir çünkü Allah bu evreni ve bu hayatı tek başına yaratmıştır. Allah tek başına yarattığı bu âlemde neden ortak kabul etsin ki? Üstelik kendi yarattığı insanların bu kulluktan pay alması Allah’ı çok kızdıran bir durumdur. Biz kendimizi bu noktada Allah’ın yerinde düşünmeye çalışalım. Bir makine icat ettiğimizde bu makinenin patentini almak isteriz ki kimse bu makinenin üzerinde hak iddia etmesin. Bizler bulduğumuz bir ürün için bile bu kadar hassas davranıp patent savaşları veriyorsak Allah’ın tek başına yarattığı bu âlem üzerinde de tek başına söz sahibi olma isteğini anlamamız gerekir. Unutmamalıyız ki bizler Allah’ın yarattığı bu evrende yine Allah’ın yarattığı nesne ve donanımları kullanarak buluşlar yapıyoruz ancak buna rağmen yaptıklarımızı patentlemeye çalışıyoruz. Yazdığımız bir eser için bile telif hakkı için çabalıyoruz. Dünyada herhangi bir şey için verdiğimiz emeğe kimsenin ortak olmasını istemiyoruz. Peki, neden bu evreni tek başına yaratan, bizleri tek başına yoktan var eden rabbimize bu konuda saygı duymuyoruz? Neden rabbimizin telif haklarını ihlal ediyoruz? Neden rabbimizin yerine kendi hevalarımızı veya yine bizi gibi yaratılmış varlıkları koyuyoruz? Neden rabbimize ortaklar ediniyoruz? Her günah mutlaka affedilir ama şirk asla!
Kendimizi Allah’ın yerine koyalım. Bizler bir makine icat ettiğimizde bir başkasının bize ortak olmasına çok kızarak o kişiden ömür boyu davacı olabiliyoruz hatta hakkımızı haram edip ahirette hak talep ediyoruz ama bizler Allah’ın bu hakkına saygı duymuyoruz. Allah koskoca evreni tek başına yoktan var etti. Allah’ın hiç hakkı yok mu? Bu evrende onun dediği olacak elbette. Şu koskoca evren onun sözünü dinliyor ama biz şu çok zalim ve çok cahil olan insan zürriyeti Allah’ın hakkını çiğniyoruz.
Diyeceksiniz ki “ben emanet yüklendiğimizi hatırlamıyorum, Yaratıcıyı rabb olarak kabul ettiğimizi de hatırlamıyorum!” Anne karnını da hatırlamıyoruz. Anne karnında geçirdiğimiz zamanı da hatırlamıyoruz. Anne karnında canlıydık. Etrafımızdaki sesleri duyabiliyorduk. Bebekliğimizi de hatırlamıyoruz. Bebekliğimizde her yeri görebiliyorduk. Hatırlamadığımız anları yok mu sayalım? Anne karnındaki hayatımızı hatırlamıyoruz diye bu hayatımızı inkâr mı edelim? Bu hayatta sadece hatırladıklarımız, şahit olduklarımız ve yaşadıklarımız varsa o zaman yakinen bilmediğimiz, görmediğimiz, şahit olmadığımız birçok birikim ve kültür mirasımız da yalandan mı ibaret? Birçok atasözü ve deyim arşivimiz yalandan mı ibaret? Birçok tarihi kayıt yalandan mı ibaret? Düşünmeye değer! Vesselam!