Sosyal Medya Meselesi
Teknoloji ile çok içli dışlı büyümedim. Hala da sinirimin bozulduğu nadir anlar varsa bu hallerimin baş müsebbibi muhtemelen teknolojik gereçlerdir. Benim çocukluk yıllarım atarilerden başlayarak gta’lara, conture straike’lara ve daha envai çeşit bilgisayar oyunlarına uzanan bir serencamı ihtiva eder. Lise yıllarında okulu kırıp internet cafelere kaçan nesilden sağlam çıkabilmiş nadir arkadaşlarınızdan biriyim. Sosyal medya mecrasıyla tanışmam da yine bu lise yıllarına tekabül ediyor.
Lise yıllarımda herkesin dilinde bir “facebook” kelimesi pelesenk olmuş gidiyor. “Facebook’ta paylaştım. Fotoğrafımı beğenmedin. Yorumun güzeldi.” Gibi nice kalıp muhabbet ortamında dönerken ben bunlara bigane kitaplarımla baş başa geçiriyordum vaktimi. Tüm münzevi halime rağmen çevremde sevilen, birçok arkadaş grubunda kabul gören bir öğrenciydim. Arkadaşlardan bana da bir facebook hesabı açmamız yönünde bir teklif geldi. Başlangıçta çok sıcak bakmadığım bir durumdu fakat muhabbetler esnasına “güzel bir yorum yapmışsın, bu yorumunu beğendim” gibi ifadeler bu yöne bir ilgimin oluşmasına sebebiyet vermişti. Ne alaka denilebilir belki ama kendimce mantıklı bir açıklaması var.
Okuyan ve düşünen bir adam olarak kendimi ifade edebileceğim ortamlar hayal etmekteydim. Düşündüğüm bazı meseleler vardı ve ben bunları bazı ortamlarda ifade etmeli, insanlara anlatmalıydım. Bu “yorum yapma” ifadesini de sanki dijital ortamda böyle bir saha var ve insanlar düşüncelerini burada ifade edip insanların yorumlarına açabiliyorlar. Teknolojiye uzaklığımı hesap edin. Facebook hesabımı açıp o “yorum yap” kısmında “ahahahah, sfsfscsfsscf” gibi anlamsız ses dizilerini görünce çok saçma bir ortamda bulunduğumu anlamam çok uzun sürmemişti.
Uzun yıllar içerisinde birçok sosyal medya ortamı oluştu, birçok uygulama yazıldı. Aynı anda üç, dört ayrı sosyal medya hesabından paylaşımlar ve takipler gerçekleştirdik. Bütün bu sayfaları içerisinde gezerken fark ettim ki aslında milyonlarca insan sosyal medyayı benim ilk anladığım şekliyle kullanıyordu. Herkes bir fikrinin olduğunu ve bu fikrini ifade etmesi gerektiğini düşünüyordu. Hatta bundan daha da fazlası “herkesin kendisinden bir açıklama beklediğini” düşünerek bunu bir sorumluluk gibi hissedip derhal tüm hesaplardan resmi basın açıklamasını oluşturmaya başlıyordu.
Cem Yılmaz da bir gösterisinde böyle bir meseleye değiniyor. Herkes kendini çok önemli görüyor. Sosyal medya insanlara bu hayal dünyasını sunuyor. “Amerika sosyal medya hesaplarından bizi takip edebiliyormuş. Ne yaptığımızı, nerede olduğumuzu görebiliyormuş.” Dönemimizin en başarılı sahne insanlarından biri olan Cem Yılmaz bu meseleyi çok iyi bir noktadan yakalamış aslında. İnsanlar kendilerini önemli görmek istiyor. Kendisi mangal başında köfteleri yellerken Amerika’nın kendisini izlediğini düşünmesi onu acayip tatmin ediyor. Yaptığı paylaşıma beğenilerin, yorumların gelmesiyle hayali kahramanımız zevkten dört köşe oluyor.
Bu ego tatmini öyle boyutlara geldi ki artık bu gayeden başka hiçbir gayeye hizmet etmiyor ve tamamen bir çöplüğe dönüyor bu ortam. Ayasofya Camii’nin açıldığı gün oraya gözyaşları ile girileceğini ümit etmiştim. Dillerde Kur’an, kalplerde iman, gözyaşları ile o Ulu Mabede girecek, alınlarımızı secdeye koyacaktık. Oysa hiç beklediğim gibi bir manzarayla karşılaşmadım. Binlerce insan sokakları doldurmuş Ayasofya’ya yürüyordu ama tekbirlerle değil bu tekbirleri sosyal medyadan açtıkları canlı yayınları takipçilerine sunarken yürüyorlardı. Ayasofya’nın açılmasından duydukları güya sevinci Yahudi’nin, Amerikalının icat ettiği programlarda sırf beğeni almak, sırf takipçi kasmak, sırf “ben de ordaydım” diye sükse yapmak için canlı yayın yaparak gösteriyorlardı. Binlerce insan. Peki kaç kişinin yüreğinde sevinç, gözünde mutluluk yaşlarının pırıltısı vardı?
Geçtiğimiz aylarda beni müteessir eden iki cenaze merasimine katıldım. Ama ne yazık ki “ölüm” meselesinde bile aynı saçma manzara ile karşılaştım. Cenaze taşınıyor, cenaze gömülüyor ve bunlar “canlı yayın” ile takipçilerine sunuluyor.
Dinden imandan, dürüstlükten dem vuran paylaşımlar yapılıyor ama gerçek hayatta yalanın biri bin para.
Özlü bir sözün altına Yunus Emre, Mevlana, Necip Fazıl gibi isimlerim imzaları atılıyor, oysa ben o sözü söyleyen günümüz şairini veya yazarını tanıyorum. Bu paylaşımı yapanın ne Necip Fazılla, ne Mevlana ile, ne de onların davaları ile alakalı var. Onlar için tek mesele beğeni ve yorum.
Sanatla iştigal ettiğim ve bu sanatımı sunmak istediğim için hala bu hesapları kullanıyorum ne yazık ki. Bir gün çok param olursa bu işi yapmak için birisini istihdam edeceğim. Ve tüm bu saçmalıklardan uzak yaşayan, akıllı telefon bile kullanmayan o gıpta ettiğim insanların arasına karışacağım. İnşallah bir gün.
Mesut Köseoğlu