İç Yakan Bir Sual
Hayran olduğum hayatlar geliyor aklıma. Edebiyat, tiyatro, sinema, müzik … Birçok alanda verdikleri ürünlerle milyonlarcasının gönlüne taht kurmuş nice güzel sima geçiyor zihnimden.
Bir oyuncu mesela. Gülünce milletin yüzünü güldüren, ağlayınca kalbine ateş düşüren bir oyuncu. Adı her anıldığında replikleri ezbere söylenen ve anıldıktan sonra hayır dualarla devam edilen.
Bir şair beliriyor sonra zihnimde. Bir mısraıyla insanı derin hayallere dalıp götüren, sevdamızı dile getirecek şiirlerle gönüllerimize tercüman olmuş, nerede anılsa bir mısraı “vay be, ne güzel söylemiş şair” demekten kendimizi alamadığımız bir şair.
Bir müzisyen düşüyor sonra zihnime. Hareketli şarkılarında insanın yüreğini kıpır kıpır ettiren, hüzünlü parçalarda gözünden damlaların süzülmesine vesile melodilerin mimarı bir müzisyen.
Herkes kendi dünyasında isimleştirebilir bunları. Farklı mecralardan, farklı meslek ve sanat gruplarından sizde hayranlık uyandıran farklı isimler de eklenebilir bu listeye. Lakin onca sevgi dolu sözlerden, hayranlık dolu cümlelerden sonra iç yakan bir sual beliriyor kalbimde:
“Gençliğini nerede geçirdin?”
Dünya dediğimiz rüya bitip hakiki hayata uyandığımızda ilk muhatap olacağımız suallerden biri “Gençliğini nerede geçirdin?”
Bu sual sorulunca o kaybettiğimiz ve gerçekten sevdiğimiz isimler bir kez daha ama bu defa farklı bir manzarayla duruyorlar karşımızda.
Oyuncu; insanları güldürüyor, eğlendiriyor. Yaş 30, yaş 40, yaş 50, yaş 60 … Su gibi akıp giden yıllar ve o oyuncu sahnede gülüyor, güldürüyor. Sahnede olmadığı zamanlarda yine gülüp güldürdüğü eğlence meclislerinde. Belki hayatının kısa bir bölümünde uzlet halinde içine kapanıp kendisiyle baş başa geçirdiği meyusane zamanlar. Ve biten bir ömürden sonra çelik bir duvar gibi karşısına çıkan o sual: “Gençliğini nerede geçirdin?”
Şair odasında okuyor, yazıyor. Arada yemek yiyor. Şairle özdeşleştirilmiş ya o zıkkım, sigara dumanları içinde, hatta bıyığı varsa sararmış olsun, tam bir bohem ve melankoli içinde o herkesin hayran olduğu mısraları yazıyor. Sonra bilmem hangi illetten hastalanıp kabir kapısından karşıya geçtiğinde, yazdığı tüm mısraları unutturan bir levha gibi yine o soru: “Gençliğini nerede geçirdin?”
Sonra müzisyene dönüp bakıyorum. Gençliğinde saz çalmış, söylemiş. Etrafında insanlar göbek atmış, oynamış. Yaş 30, yaş 40, yaş 50, yaş 60 … Hala o çalıyor, etrafındakiler göbek atıyor. Eğlencenin olduğu yerde insanlar içkiler içiyor. Hatta kendisi de bu günahtan hali yaşamıyor. Bu kadar vur patlasın, çal oynasın seremonisinden sonra işte o iç yakan sual yine bir gardiyan gibi dikiliyor başına: “Gençliğini nerede geçirdin?”
Oysa helal daire keyfe kafidir, diye bir hakikat vardır. Şiir de yazsan, saz da çalsan, harama bulaşmadan ve asıl mesuliyeti unutmadan yaşanabilir hayat. Çünkü mesuliyet de sual kökünden geliyor. Çünkü bir gün bizden sual edilecek ve biz bu sualden mesulüz ve o gün gelmeden gerekli hazırlıkları yapmakla mükellef.
Hayran olduğumuz isimleri de bu suale verdikleri cevaba göre yeniden listelememiz lazım belki de. Bu suale cevap verirken “ilim meclislerinde, güzel kulların arasında, hayır kapılarında geçirdim.” Diye cevap verebilecek güzelleri seversek biz de belki o güzeller gibi güzelleşiriz. Ve o güzelleri seversek orada da sevdiklerimizle birlikte olacağımız müjdesi, vesile-i necatımız olur belki. Yani asıl derdimiz o insanları kınamak değil, o suale verilecek muhtemel cevapları düşünerek kendi hayatımızı şekillendirmek.
Allah dostları nerede öleceğini bilirmiş, derler. İlk duyduğumda “Olur mu canım öyle şey.” Desem de “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” Hadis-i Şerifini delil gösterince mukni oldum.
Dirildiğimiz yerde mahcup olmayacağımız şekilde dünya kapısını kapatanlardan olmak ümidiyle…
Mesut Köseoğlu