“Akılla nakil tearuz ettiklerinde, aklı kabul edilip nakil te’vil edilir. AMA O AKIL DA ÂKIL OLMAK GEREKTİR.”
Muhakemat’ta zikredilen bu ölçü, çokların malumudur.
Risale dairesine girdiğimden beri defalarca dinlediğim ve okuduğum ifade hakkında esaslı bir düşünce içine girmemin sebebi, "İslam Akaidi” eserlerinde gördüğüm şu ifadedir.
“İslam akıl dini değil nakil dinidir.”
İlk bakışta birbirine zıtmış zannedilen ifadelerin birbirinin “mütemmimi” olduğunu anlamak için dağlarca kitap devirmeye gerek mi var?
Bahsedilen bu “naklin tevil edilme” meselesi epey serrişte edilir ve –defaatla- meydana gelen “indi teviller”den dolayı “sıkıntılar” görülmesine rağmen, bu anlayış tavzih edilmeden sürer gider!
Bu, bazen de “hamasi” nutuk şeklinde karşıyı “ilzam” için büyük bir belağat ve şevkle seslendirilir.
“Bütün hakaikını akla tesbit ettirmiş olan Kur’an…” ve “Kur’an’ın hakiki müfessiri olan sünnet (ehadis) “ tabirleri meseleyi olabildiğince açıklar halbuki.
Risale-i Nur Killiyatı ‘na ait eserlerin hepsinin adlarının altındaki ifadeye bakınız: Külliyat!
Nedir külliyat? Bütünlüktür. Eserlerin bütününden çıkan mana dururken bir eserin siyam ve sıbakına bakmadan, o andaki iddianı ya da oportünist ( faydacı) planına faydası var diye metindeki bir cümleyi esas alacak olursan Üstad Hazretleri’nin anlatmak istediğini ters yorumlatmaya vesile olduğundan, hem Üstad’ın, hem de “ umum kardeşlerin hukukuna tecavüz” etmiş olursun!
Risale-i Nur eserlerini, bu “metin tahlili” gözüyle ve “usul” kaideleri içinde, “haddi tecavüz etmeden” okuyunca, “tevil” meselesindeki anlayışların “gayr-ı muayyen” olduğundan ne derece “istismar ve suiistimale” açık olduğu anlaşılır.
Muhakemat’taki ifadenin sonunda Ne var?
“Ama o aklın da akil olması gerekir.”
Demek ki bir tane “akıl” var, bir de “âkıl” olma hali var. İkinci söylenen “âkıl”, halk arasında kalıplaşmış “temel” mananın dışındadır; “saf insan düşüncesi”nden farklı bir husustur. Hikmettir, taakkulbdur ( Kalbi çalıştırmak) , hikmet-i Kur’aniyedir.( Kaynak. )
Her bakımdan rehber ve mürşidimiz olan Kur’an-ı Azimüşşan’da vazedilen “akletmek” kelimesine “pek çok müfessir”le beraber Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği mana da şudur. “Kalbi çalıştırmak, kalbi ikna etmek.” (İbn-i Kesir, Çekirdekler, Lemaat vd.)
“Amma onun naziri, şu zamanda çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış…” ( Yirmi yedinci Söz, İçtihad Risalesi) olduğundan salt akılla neticeye ve doğruya ulaşılamayacağı gibi selefin “ içtihadat-ı safiyanesinden” (27. Söz) uzaklaşmaya, hatta “ dalalet”e düşmeye vesiledir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatın lisan-ı Üstadane (R.A.)deki ifadesi “Cemaat-ı İslamiye”dir. (Bediüzzaman Said Nurs i,Lem’alar, İhlas Risalesi.) Yani İslamî cemaat; yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek cemaattir, Bu “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundan da anlaşılabilir. Mevzubahis büyük daireye “hizmet” için ayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılıkları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifi gibidir. Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama “kavmiyetçilik, ırkçılık” memnûdur, yasaktır; bir “Cebbetü-l cahiliyye”dir.
Bu ifadelerden şunu anlamamak imkansızdır. Aynı hedefe koşan farklı cemaatler, esasında tek bir büyük cemaatin unsurlarıdır. Bu manada farklı cemaatlerin olmasında bir mahzur yok; belki bunda Allah’ın bir rahmeti de mevzubahis. Fakat “cemaatçilik” mefhumu için aynı şeyi ve aynı hususu diyemiyoruz. “Müsbet milliyet” gibi “birbirinin noksanını ikmal” edip tamamlayan tebliğ grupları bu mahzurdan azadedir elbet.
Bediüzzaman Hazretleri Münazarat’da, Lemaat’da, “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının “atalete”, insanları meseleler karşısında vurdumduymazlığa itebileceğini der. İfadenin siyam ve sıbakına bakar; fili târif eden körlerin hamakatine düşmezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak” olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görürüz.
Mesele, 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavuşur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt birimleri olan diğer mesleklere kadar iner. “Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.” Takdir edersiniz ki bahsedilen bu “ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “inhisarcılık, batıl hüküm verme, hakikati tersyüz etme” gibi, – Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime” değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir.
“Ferdi gıybetin helalleşme imkânı kolayken, cemaat ve toplumsal gıybetin helalleşme imkânı o kadar kolay olmuyor. Çeşitli gurupların birbiri hakkındaki yerli yersiz sözlerini, ağır ithamlarını nasıl yorumlamalıyız” diye soran zihninizin merakını gidermede pek istekliyim.
Gıybet mevzundaki hassasiyetimiz bizi ifrata düşürmemeli. Bu güzel sohbet havası içinde ilmihali mütearifelerle kimseyi sıkmak istemem ama gıybetin en çirkin olanının fıtrî uzuv eksikliği ya da bünye arızaları olduğunu buyuran Allah Resulü’dür (Aleyhisselatüvesselam).
Demek ki “gıybet”, şahsî kusurları söyleyerek, -o insan eğer orada hazır bulunsaydı- darılmasını sağlayacak husustur.
Gıybetin caiz olduğu yerleri sayarken Bediüzzaman Hazretleri, dinî bir kusurdan dolayı ve “istişare sünneti”nin hakkını vermek için kullanılan; ‘Onun ile teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin!’ gibi ifadelerin gıybetin şümulüne girmeyeceğini izah eder ve “İşte bu mahsus – hususi- maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caizdir” (Mektubat, s: 467) der. Bu cevazlar şahıslar için cari olduğu gibi, çeşitli insan grupları için de geçerlidir.