AKASYA YAHUT AĞAÇ- 2
Üzerine sarılı yeşil türleriyle hemhal ağaç, gözümde onca azamet kazandı ki dalmadan edemedim. Tepesinde bir ya da iki sene hora tepmiş zaman aralığından şikayet edercesine duran, öyle nida edermiş gibi yalpa vuran yaprakları, filizilikten çoktan kurtulmuştur, bir kör yeşile esir olmamış daha! Fıtrat, mizac, “huy su” meselesi…
Ancak bir ton açık külrengi, kireç kaynatma tonuyla açık yeşile belenmiş “asli” yaprakları biraz pörsümüşe benziyor.
Herşeye rağmen toprağa öyle bir salınır göründüler ki bize;
“Amaan, boş ver onları…” diyerek fikrimizden - eski yöre ağzıyla- "kişkişlemeyi" bile düşünmedim değil. “Vefasızlık herkesin karı değil…” diye baş eğdim ümitlere; her şeye rağmen…
Genç yaprak ve sürgünlere sarılmış gözlerim, “kökü mazide olan ati” nüktesiyle ithamdan kurtulmuş gibi, oturduğum çay bahçesine kuş bakışı olmasa bile çoklarına nispeten yüksekten göz atan tepelere dönüverdi birden.
Öyle ya, “Dağlar Bizim Yüreğimiz” diye maziden eko yapan kendi sesime mi kulak tıkayamazdım; hakikati incitmek haddim miydi?
“Bazıları bin bir güçlüğe göğüs gerip de neden tepelere, zirvelere tırmanmayı severler diye düşündüğüm çok olmuştur. Hafızamdan türlü mısralar, hikmetli sözler, çeşitli kinayeler baş uzatır uzatmasına, ama pek çoğunda, haksızlık olmasa da, bir eksiklik bulurum.
İnsan kimi zaman kendini ispatlamak hissine düşermiş; öyle diyorlar. Bir şeyleri yenmek isteyenlerin gözlerini ilkbaşta çekiveren unsurların başında dağların gelmesinden daha normal ne olabilir? Hem yapılan, hem de düşünülen pek de haksız sayılmaz hani; sayılamazdı!.. Eğer oradan tekrar ‘inmek ‘ mecburiyet ve zarureti olmasaydı tabii…
Buna benzer sürü sepet meseleyi evirip çeviriyordu zihnim. İkindi sonrası idi; “ gün akşamlı” idi. ‘Güneş batarken önce sararır’ diyen, sanki o vakti görmüşe benzerdi. Düşünceme -madem- yine tepeler, zirveler ve dağ silsileleri oturmuştu; bari yalnız evimi kuş bakışı seyredenine – şöyle bir – tırmanmalıydım.
Evden çıktım; halimi gören, gemileri karaya vurmuş kaptan sanırdı. Yokuşa vurmadan önce temiz dağ havasını koklamalıydım bir; tedirginlik ve gerginlik atılabilirdi belki, şükür ki işe yaradı.
Adelelerin gerilmesi art arda dizili sıradağlardan beter endişeleri -galiba – itekleyip duruyordu. Yamacını yarılayınca -orada bir çeşme vardır- asıl manzaranın önünü kapatan perdenin ‘bahem’, aniden, birden üst üste yığılmış kuruntularla birlikte sıyrıldığını anlayıp içim açıldı. Dudaklara ihtiyarsızca takılan bir rast nağme ve hafif gülümseme…
Endişe koyuluklarıyla fikir karanlıkları tutanamayacaklar galiba; hadiseleri tam ve doğru anlama manasındaki “güzel görme” alışkanlığı tekrar avdet edecek gibi dünyama… Bu iyi işte.
Vadiden sonra başlayan ormandan dönenler, zihnimdeki son ağları da temizledi; kadınlar, erkekler, çocuklar…Merkep ve katırlar uzun dallarla yüklü; çam ve ardıç dalları. Yörenin çalışkan insanları tarlalarından dönerken, Orman İdaresi’nin işaretlediği kuru ve yaşlı bedenleri devirmeden duramamışlar demek ki…
Fazla oyalanmazdım onlarla; asıl manzara kuzeydoğuda idi çünkü; – Allah’ım – ne manzara idi. Zirvesindeki beyazlığın ancak yazın silindiği Akdağ’lar, peysajı tamamen kapatmıştı. Etekleri elma, vişne, kiraz bahçeleri; biliyorum. Yamaçlarda zümrüt çamlar; oradan bile iyi görülüyordu.’ Acaba haklı mıydım?” sualini cevaplayabilecek halde miydim; emin değilim. Yalakta köpüren sulara aldırmadan kenarına oturuyorum, iç cebimden çıkarılan kağıtta çiziktirdiklerim – orada – daha sevimli geliyor bana; sesler duyar gibiyim. Takırtılar, şakırtılar, gönül naraları…
Hindikuşlar – şimdi – böyle ak paktır; kışın çatlayan , kanayan, moraran, donan, düşman bombalarından yanan eller, baharın ılıklığında onmaya durmuştur belki… Helikopterler yine -pır pır – insan avına çıkmışlardır. Ama dağlar onların; onlar dağların. Acaba haksız mıydık? Anlamak için satırlara bakıyorum yine ; kim bilir neler yazmışız fi tarihinde ve İstanbul’da:
‘Dağlar bizim yüreğimiz, herşeyimiz…Oralardan kopup gelmişiz, oraları çekecek zihnimiz. Ufuklarda gene onlar, kuşatmışlar çepeçevre… Dağlar bizi dağlamadı, dağlayamaz. Bağır verdi boralara, taunlara, Calutlara…Coşkun Fırat oradan doğar, müştak Ferhat onu deler biteviye…Ya esen ne oralardan; bilmez miyiz; dağlar bizim yüreğimiz.“
Nazarımızı bunlar için mi evirir çevirir kendine bağlardı?.. Zümrüt çamlar hatırlatmada; “ Uhud bizi sever, biz de Uhud’u…” Bunu da yazmış mıyız? Hira unutulmuş mu yoksa?
‘Her hakikat oraya iner, oradan akseder yüceliklere… Kol gerer, kanat gerer her ayak izine, gönül azmine. Hangi uzaklığın pençesinde salınsalar da, davet türküleri bestelerler daima. Gözlerimiz nur bağırlı dağlardadır; Hira’dadır, Tur’dadır, Cudi’dedir, hepsinde. Öte yandan Erek’te, Başit’te,Yuşa’da, Çam Dağı’nda…" ( 1983- Şaphane)
Mehmet Nuri BİNGÖL