İslami literatürde ibret şöyle tarif edilir: “geçmek, aşmak” mânasındaki “abr” kökünden gelen ibret kelimesi genellikle “görünenden görünmeyene geçmek, nesnelerin ve olayların dış yüzüne bakıp onlardaki hikmeti kavramaya çalışmak, olaylardan ders alıp doğru sonuçlar çıkarmak ve buna göre davranmak” anlamında kullanılır.
İnsan, yaşadıklarına mânâ cihetiyle bakıp anlamlandırdığında yaşadıklarını ilk ve son yaşayan kişi olmadığını görecektir.
Allah’ın emirlerine, dinin hükümlerine ve ahlâk kurallarına uygun şekilde hareket edip mutlu ve huzurlu yaşamak konusunda ibret almanın ne kadar büyük bir payı olduğunu görmemek gafletten başka bir şey ile ifade edilemeyecektir.
Üstad Bediüzzaman Hz.’lerinin Kâinatı büyük bir Kur’an olarak tarif etmesi, hadiseleri nasıl okuyacağımız noktasında ipuçları verecektir. Zira Kur’an’da peygamberlerden, onların gönderildiği toplumlardan ve kendilerine karşı gelenlerden söz eden kıssalara geniş yer verilmiştir. Değil mi ki tanrılık iddiasında bulunan Firavun’dan dahi bahsedilirken, “Bunda Allah’tan korkanlar için ibret vardır” denilmiştir.
Kur’an-ı Kerim incelediğinde onlarca yerde ibret almamızı istediği hadiseler aktarılmıştır. Geçmişin masalları olarak görmeyi iman dairesine aykırı görmüş, akledenlere buradan bakın demiştir adeta.
Bedir Gazvesi’nde sayıca az oldukları halde galip gelmeleri hatırlatılarak müslümanların bundan ibret almaları istenmiştir.
Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaya uymadıkları için göç ettirilen yahudi kabilesi Nadîroğulları’yla ilgili olaydan bahsedilirken kullanılan, “Ey basîret sahipleri, ibret alın!” vurgusu yine bizler için önem arz etmektedir.
Gece ile gündüzün ard arda gelişi, hayvanlar âlemi, önceki kavimlerin akibeti ibret alınacak konular arasında zikredilmiştir. Hz. Peygamber de ibret almak için kabirlerin ziyaret edilmesini tavsiye etmiştir.
Bu tavsiyelerden ancak akıl sahibi, sağduyulu ve Allah’tan korkan kişilerin ibret alabileceğini her vicdan sahibi takdir edecektir.
Yine Kur’an’da, “fa‘tebirû” kelimesini fıkıh usulü âlimleri “kıyas yapın” şeklinde anlamış Fahreddin Râzî de bu âyete dayanarak kıyasın şer‘î bir delil olduğunu savunmuştur.
İbn Rüşd ise âyetten hareketle aklî delillere başvurmanın dinin buyruğu sayıldığını savunur. Ona göre i‘tibar bilinenden bilinmeyene ulaşma etkinliğidir; bu da ya kıyasın kendisidir veya kıyasla gerçekleşen bir şeydir.
Mutasavvıf alimlerimizden Hâris el-Muhâsibî bu kavramı “bir şeyle başka bir şeye istidlâl etmek” şeklinde tarif ettikten sonra bunu, kalp gözüyle nesnelerin mükemmel ve fevkalâde güzel bir düzen içinde yaratıldığına bakıp hayret etmek şeklinde yorumlamıştır. Ona göre böyle bir bakış insanı görünenden görünmeyene, yaratılandan yaratana götürür, imanı ve mârifeti arttırır.
Eşyayı ibretle seyredenler, dünyanın görünüşüne ve kısa süredeki durumuna değil iç yüzüne ve âkıbetine bakar, sonunu görür, ona göre hazırlık yapar ve böylece dünyada âhiret mutluluğunu kazanırlar.
Kişinin konuşması zikir, sükûtu fikir, bakışı ibret olmalıdır. İslam büyükleri ibretsiz bakışın nefsin arzusundan başka bir şey olmadığını söyler.
“Bir göz ki onun ibret olmaya nazarında
Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerinde” beyti, kalp ehlinin her zaman her şeye ibretle bakması gerektiğini ne güzel vurgulamıştır.
Ne zaman ibret almaya başlar insan?
“Almak” ihtiyaç duyulanı kabulle başlar. Tâ ki bebeklikten itibaren..
İlk olarak annenin kordon bağıyla bağlıyız hayata, anneden oradan alıyoruz. Sonra süt alıyoruz. Annenin sıcaklığını alıyoruz. Annenin gözlerine bakarak, bakışlarını alıyoruz. En yoğun alma dönemi burada. Bebeğin ihtiyaçları yoğun şekilde sunulurken, anneden aldıktan sonra artık genellikle gözleme geçeriz. Gözlem süreci bizim biyolojik yetişkinliğimizle devam eder. Çocukluk evresi, ileri yaşlarda artık hareketlilik kazandıkça oyun oynamak, akranlarla vakit geçirmek, sokak hayatı vs.
Ondan sonra biraz da artık gözlem yapmaya başlarız. Bize söylenenle gördüğümüz arasında çatışmalar başlar. Mesela evde denir ki “Aman çocuğum arkadaşlarına saygılı ol, sevgi dolu ol. Aman kimseye zarar verici şeyler yapma.” Ama okulda gözümüzün önünde başka bir arkadaşımız, ötekinin kalemini çalar. Nasıl hissederiz bir düşünelim. Tam da burada işte çatışma başlar. Buna ibret diyoruz.
Bu olayın kendisi ibret değil. Burada şunu alabiliriz. Kalemini kaptıran kişinin kendi kalemini isteyemeyişi bize ibret olabilir. Kalemini çalan kişiyi öğretmen sorduğunda onu söylememiz bir haksızlığı işaret etmekle ilgili diğerleri için bir ibret olabilir. İşte o yaşadığımız deneyimle kazandığımız anlamdır ibret. Bu anlam hayat boyu karşımıza çıkacaktır. Anlamı kaybetmeyelim, zira hayat bütün hataları işleyebileceğimiz kadar uzun bir şey değil.
Başkasının aklını rehber etmek!
Bizden öncekilerin yaşamlarına dair ibrete atıfta bulunan, en güzel kıssa olarak addedilen Yusuf Sûresi..
Kur’ân-ı Kerîm’de ebeveyn ile evlât arasında bulunması gereken sevgi, şefkat ve saygıyı, kardeşler arasında dürüstlüğe dayanması gereken uyumu, iffetli ve sabırlı davranmanın doğurduğu mutlu sonucu simgeler Yûsuf sûresi.
Bu sûrenin sonunda, son peygamberle ona tâbi olanların insanlığa sunduğu mesajın genel vasfının zihnî kavrayış ve kalbî bir sezişle (diğer adıyla ‘basiret’ ile) Allah’a çağırmaktan ibaret olduğu ifade edilmiştir.
Bu açıdan Yûsuf as. kıssasından alınacak ibretlerin bulunduğu zikredilmiştir. Fakat Kur’an-ı Kerim’de insanların çoğunun tabiatta yer alan bunca ibret verici nesne ve olayın âdeta üzerinden yürüyüp geçtikleri halde gafletten kurtulup bunlardan ders almadıkları gerçeği de vurgulanmıştır.
Geçmişten olduğu gibi bazen de çevremizde olup bitenden ibret almalıyız. Tabii ibret almanın kalitesi de kişiden kişiye değişiyor. Mesela bölgemizde yaşadığımız depremle ilgili birçok video veya görseller, mesajlar yayınlanıyor. Enkaz altından böyle zinet eşyası, böyle para vs çıkmış. Paylaşımın hemen altına acıklı bir fon müziği falan.. İşte hayat yalan, dünya geçici vs. mesajlar paylaşılıyor.
Özetle paran pulun da var yine de ölüyorsun manasında paylaşımlar. Hâlbuki bu bir ibret değil. Yani bu bir ibret ama daha kaliteli bir ibret var. Sorgulanması gereken şey o kadar imkâna rağmen, biricik olan hayatın kötü tercihlerle kendimize zindan edilmesi. Çabuk olanı tercih edip, vaatlere kanıp kendi mezarını satın alman.
Liyakatli olanla değil, en güzel pazarlayana kanman. Bir psikoloğun ifadesi ile “Demek ki kıtlık bilinci var, kendine yatırım yapmamak var..” Ve o meşhur tespit “Demek ki bina değil dünyalıkları en kıymetli görmek, liyakatin ıskalanması bilinci öldürüyor.”
Farklı bir hadise de okul hayatımız, ticari hayatımız, ailevi hayatımız, akran ve akraba ilişkilerimiz..
Kişinin kendisine yatırım yapması. Günlük yemek, uyku, biyolojik ihtiyaçların karşılanması kadar elzem olan kendine yatırım yapmak. Günlük en az bir saatin kendine ayırmamak.
Çevremizdeki en yakın beş kişinin ortalaması kadarız.. Bedenimizi, ruhumuzu besleyen her şey bu ortalamayı koruyacak olan şeylerdir. Hayat madem her şeyi tecrübe edecek kadar uzun değil o halde günlük rutinlerimizi, yatırımlarımızı, atılacak adımlarımızı referans aldığımız aklın veya akılların önermelerine uygun revize etmek yararımıza olacaktır.
Gıbta ve aktif mücadele ile ilerlerken bu yolda hasetten, dedikodu ve gıybetten şeytandan Allah’a sığınır gibi Allah’a sığınacak, sadece ama sadece “Güzel akıbet, müttakilerindir.” düsturunu hayatlarımıza hâkim kılmanın mücadelesini vereceğiz.
Zift yayınlarından, birbirini tekrar eden hata dolu propagandalardan uzak durmak suretiyle ‘İbretin İktidarı’nı ruhumuzda ikame edip, yaşanmışlıkları yeniden tecrübe etmemeye gayret edeceğiz. Rabbimizin kardeşinin etini yemekle bir tuttuğu bu zehirden uzak durarak, ötekini değil kendimizi konuşacağız her zaman. Kışkırtıcı, kutuplaştırıcı hatta ve hatta özendirici zift yayınlarından kendimizi ve neslimizi korumak öncelikli işimiz olmalıdır. Ötekinin hayatı, hatası, cürmü bir kenara bunun sürekli gündemde tutulması suretiyle zihin dünyamızda, vahyin berraklığının bulandırılmasına müsaade edilmemelidir.
Tarihin tozlu raflarında tutulacak, belki unutulacak belki de tel’in ile yâd edilecek nice hadiseler ve ötekiler için ahiretimizi bozmayacağız. Zulümlerine, kirli kalplerinden çıkan zehirlere ‘Buradan geçemezsin, zira kapılar sana sonuna kadar sürmeli kilit ile kapalıdır’ diyeceğiz.
Hayatlarımızda şahit olduklarımız ile ilgili ibret alabilecekken, muazzam bir hazineyi yitirip
kendimize başka türlü vebal çıkarmayı, kötü enerji almayı artık bir kenara bırakma vakti gelmedi mi?
Hadiselerden ibret alma, üzerinde düşünme, tefekkür etme halini terk edip hadiselerin magazin boyutuna indiğimiz her an zayi olmuş demektir.
Bu yanlışa düşmemek için bizi bizden daha iyi tanıyanın bak dediği yerden bakmak, gör dediği yerden görmek için tabiatla iç içe olmak bizim faydamıza olacaktır.
Mahallenin parkına gitmek, imkân dâhilinde bir ormana gitmek, ağaçlara, karıncalara, denizlere, kuşlara, gökyüzüne bakmak…
İnsanların meşguliyetlerine, koşuşturmacalarına, neler için ömür sermayelerini tükettiklerine bir bak. Bak ki kalp gözün bakmaktan görmeye geçsin. Akletsin, İbret alsın.
Üstad Bediüzzaman’ın o veciz ifadesi ile “Aklına bak”; “Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki, bu hakikati bilesin.”
Haklı çıkma kavgalarını bırakarak, tefekkürün engin denizinde yüzen ve huzuru bulanlar.. Ne mutlu tefekkür yolcularına..
Selam ve muhabbetlerimle