Küçük bir anekdotla başlamak istedim sonu nereye varacağını bilmediğim mektubuma…
İlk gençlik yıllarımda okumuş ya da dinlemiştim bu hikâyeyi gerçek midir, israiliyat1tan mıdır bilmiyorum. Mana itibariyle hoşuma gittiğinden ve uzun bir gurbetçilik geçmişim olduğundan gittiğim memleketlere dair bakış açımı ifade etmesi bakımından her daim anlatırım bu hikâyeyi. Hikâye şu: bir zaman bir şeyh (buraya, padişah, öğretmen, yönetici istediğinizi koyabilirsiniz) iki müridine (buraya da asker, öğrenci, eleman gibi şeyleri koyabilirsiniz) İstanbul’a gitmelerini ve orada bir süre geçirip tekrar dönmelerini vazife veriyor. Bu vazifeyi yerine getirecek talebeleri için de uymaları gereken bir şart olduğunu söylüyor. O şart ise şart şudur: şeyhin huzuruna çıkana kadar iki mürit birbirlerini hiç görmeyecekler ve konuşmayacaklar. Müritler İstanbul’a varırlar vazifelerini deruhte eder ve verilen süre içinde de tekrar şeyhin huzuruna ayrı ayrı çıkarlar. İlk çıkan mürit samimi bir muhabbetle, yüksek bir sevinçle İstanbul’dan hahişle bahseder ve derki: “o ne muhteşem bir şehir, o ne güzel bir belde öyle; her yer ilim meclisi, her yer medrese, her yer mescit, her yerde minare; müezzinlerin minarelerden okuduğu Sabâ makamındaki ezanı fecir vakti bir saat boyunca dinlemek insanı mest ediyor. Huşu içinde dinlediğim o ezanlarla sanki kendimi adeta asrısaadetteymişim gibi hissediyordum. Yedi tepeli o şehir beni büyüledi” diyerek İstanbul’u bu şekilde tasvir eder. Sonra diğer mürit gelir şeyhin huzuruna ilk müritte sessizce bir köşe onu dinler. Bu sefer o anlatır İstanbul’u “aman efendim! amaaan! o ne feci bir memleket, her mezbele orada var. Her yer meyhane, her tarafta işret, her tarafta sefahat ve lehviyat had safhaya çıkmış. Lut kavmi de orada Semut kavmi de… Nemrut’ta orada Firavun da… Öylesi bir dalalete öylesi bir sefalete duçar bir memleket görmedim ben” der ve gördüklerini bu şekilde tasvir eder. Şeyh tebessümle dinlediği iki müride birden dönerek şu sözleri söyler: “aynı şeye bakan gözler farklı şeyleri söylüyorsa bakan gözün ardındaki niyette aramak lazımdır hakikati… Kim neyi görmek isterse onu görür.” Yine bir hadiste rivayet olunur ki efendimiz Hz. Muhammed (sav) arkadaşlarıyla bir köpek laşesinin yanında geçerken herkes çürümüş cesetten çıkan kokuyu duymamak için burunlarını sıkıp, laşeyi görmemek için de uzaktan geçmeye çalışırken efendimiz “ne güzel dişleri var” şeklinde kafatası iskeletini işaret ederek tebessümle köpek cesedine bu şekilde bir iltifatta bulunmuştur. Yine bu manayı ifade eden çok veciz bir sözdür Bediüzzaman’ın “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Evet, kasdedilen manayı ifade eden başka çok hikmetli sözleri, menkıbeleri yazmak mümkündür, lakin ben konuya gireyim.
İzmir’den Tokat’a taşınırken bir kısım tanıdıklarım, yakın çevrem “ya İzmir bırakılır da Tokat’a gidilir mi” şeklinde sözler sarf ediyordu. Geldiğim yerde de yine bir kısım arkadaşlarım” İzmir’den gelen birisi için Tokat çok küçük gelebilir, sıkılırsınız” gibi aynı mana sözleri tekrarlıyorlardı. O yüzden bu hikâyecik ve devamındaki rivayet ve
( Yahudi mitolojisi veya İsrail kaynaklı rivayetlerin bütününü kastetmekte kullanılan bir kavramdır. İslam dininde de bazı uyduma olaylar, tarihler için kullanılır. )
vecizeyle yazıma başladım ki maksadıma matuf olayım… Demek istediğimin anlaşıldığını ümit ederek saadete geçeyim. Hani geçen gün Yüksek Kahve kıraatlerinden söz etmiştim ya işte orada iki güzel insanla, iki kardeşle tanıştım. Gerçekten güzel insanlar. Neden güzel olduklarını onlarla ilgili yazdıklarımı okuyunca siz de hak vereceksiniz. Lakin onları anlatmak bu köşeye, bir yazıya sığar mı o biraz meçhul. Çünkü ben veciz anlatmayı maalesef beceremiyorum... Sözün kıymeti veciz olanda özü ise icazdadır.
Hasan (26) Mahmut (24) kardeşler Tokat’ın en çok bilinen ve en önemli tarihi mekânlarından birisi olan Taşhan’da esnaflar. Esnaf… Bu kelime o gençler için aslında çok itici bir ifade… Elbette itici olan esnaflık değil, bu şekilde bir tarif… Çünkü esnaf ticaretle meşgul, iş erbabı, geçim için, maişet için tedarik mücadelesi veren kişidir. Bu kardeşlerim de iaşelerini temin etmek için kısmen de olsa esnaflık yapıyorlar. Lakin onların asıl mesleği sanat ve zanaat bunu da hissetleri bir sorumluluk bilinciyle yapıyorlar. İşlerine aşk derecesinde sevdalılar. Yaptıkları şeyleri işten öte bir vazife telakki etmişler. Şehrin, bir noktada tarihin hafızasını muhafaza etmeyi birer görev bilmiş adeta birer muhafızlar. Arzularına râm olmak için giriştikleri yolda ümitlerini ve hayallerini yıkan tüm “diğer” insanlara rağmen yollarından dönmemişler. Onlar da akranları gibi “sürü”lerin takip ettiği kolay bir yolu takip edip, “devlete bir kapak attım mı”, “bir yolunu bulup paçayı kurtardım mı gerisi bana ne” deyip günü gün etmeyi tercih edebilirlerdi. Gençler, yakışıklılar… Lakin onlar zor olana tutkuyla talip bire gönüllü… Neyin gönüllüleri? Medeniyetin… Ortak hafızanın… Hasan ağabey gibilerle, Hasan ve Mahmut gibilerle tarih bilincimiz, millet şuurumuz devam ediyor. Yoksa ne mi olurduk ya beyni iğdiş edilmiş “Mankurt” ya da satılmış birer “Köz-kaman”… Gerçi bu bahsini ettiğim Mankurt ve Köz-kaman’lardan memleketimizde hatırı sayılır bir miktar var ama netice itibariyle az olsa da öz olan yani neşvünema bulanlar değerlidir. On adet tohumun veyahut yirmi adet yumurtanın çoğu çürük çıksa bir kaçı hayattar olsa ebetteki tohumdan ya da yumurtadan gelen zararı fazlasıyla izale eder… …
Evet, ola ki bu yazıyı buraya kadar okuyanlar “geç bunları diyebilirler” lakin ben onların yanına vardığımda Mahmut’un sanatına verdiği değere ve o sanatı yaşatma mücadelesine yakinen tanık oldum. Üstelik bu kardeşler bir sanatı değil, yok olmak üzere olan birkaç sanatı yaşatmak için büyük gayret içinde olduklarına bizzat müşahit oldum. İşte o sanat ve zanaatlar: kökboyacılığı, bakır işlemeciliği ve klasik fotoğrafçılık… Fotoğraflar, albümler hepimiz için önemlidir. Evet, şimdiki teknoloji onu da kıymetsizleştirdi lakin yaşı 30’un üstünde olan pek çok insan için eski albümleri karıştırmak, yakınlarının siyah beyaz fotoğraflarına bakıp iç geçirmek, hele kaybettiği yakınlarından kalan son bir kareye yahut ta çocukluğundan elinde olan tek bir surete bakarken dalıp gitmek hepimiz için tarifsiz bir duygudur. Aslında o resimler elimizde kalan son belgelerdir. Onları da kaybettik mi silinir, kopar tarihimizle, geçmişlerimizle olan bağımız. Bugün elimizde anacığımızdan kalan bir rulo film karesi olsa onu tab ettirecek bir müessese Türkiye’de artık yok. Klasik fotoğrafçılık yani rulo film, karanlık oda, banyo tabirlerinin konuşulduğu bu sanatın icra edildiği Türkiye’de sadece dört mekânın kaldığını onlardan öğrendim. Bu mekânların üçünün nerede olduğunu sormadım lakin birinin Tokat’ta bu kardeşlerin elinde olduğunu gördüm. Adı mı Terakki Foto Evi ilk defa 1921 yılında bir Müslüman tarafından kurulmuş bir müessese. Bu işleri o dönem Türkiye sathında Ermeni ve Rumlar yapıyormuş. İşte bu kardeşler hafızayı diri tutmak, onu korumak için üç kuşatır devam eden bu müesseseyi kendi bünyelerine almışlar. Bol bol düğün, eğlence fotoğrafları çekip, bunları da photoshoplayıp para kazanmak varken onlar, bu işin yerelden evrensele giden tarihini kitaplaştırmak, foto araç ve aparatlarını toplayıp müzeleştirmek gailesi içerisine girmişler.
Osmanlının dört büyük ticaret ve ekonomi merkezinden biri olan (şaşırdınız değil mi ben de şaşırdım) ve bakır işletmeciliğinin Osmanlıdaki önemli merkezlerinden Tokat’ta bugün itibariyle sadece dört bakırcı aktif olarak çalışmaktadır. Tabiiki birisi bu kardeşler. Bu kardeşlerden hariç en genci 65 yaşında olan üç zanaatkâr daha var ve bunlar da maalesef ki yeni nesillerden kimseye el vermek niyetinde değiller. Bakırı işleyip işlevsel bir sanata dönüştürmek hevesli genç de zaten pek yok… Ve ayrıca bu kardeşlerden Hasan kök boyaması üzerine de mastır yapıyor…
Ben, yaşı muhtemelen şuan 80’in üste olduğunu düşündüm zamanında Sovyetlerin önemli bir fotoğraf sanatçı ve yönetmeni olan ve hala üniversitede fotoğrafçılık dersi veren bir hocadan yıllarca bıkkınlık içinde ders olarak aynı şeyleri dinledim. Oysa Mahmut fotoğraf makinalarına âşık, onların izlerini sürmüş, yereldeki ilk fotoğraf sanatçılarının torunlarının torunlarına ulaşmış onlardan bilgiler, belgeler, aparatlar elde etmiş etmeye de devam eden bir gönüllü… Ebetteki son çıkan teknolojiyi de çok yakından takip ediyor. İşte bugün iletişim fakültelerimizde asistan olarak ve geleceğin hocası olarak bu kardeşleri görmek insana bir umut veriyor…
Bu güzel kardeşlerin anlatılacak pek çok meziyeti var lakin yazı yine çok uzadı. Onların henüz kahvesini içmedim dolayısıyla bu mektubu yarım bırakıyorum gerisini başka vakte talik ediyorum…