Teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği, değiştiği bir çağda yaşıyoruz. Yaşadığımız bu çağa, “Teknoloji çağı, milenyum çağı, uzay çağı” gibi isimler veriliyor. Adı ne olursa olsun hızlı değişim ortak nokta.
Yaşları 40 ve üstü olanlar ile bu yaşın altında olanlar adeta bir kuşak farkını oluşturuyor. Manyetolu telefonun son dönemlerini hatırlayan bir neslin telefonla tanışması çevirmeli telefonlarla olmuş, özellikle evlere sırada bekleyerek yıllar sonra gelen telefon o evin çevrede bir ayrıcalığının olduğunun göstergesi haline gelmiştir. Pek çoğumuz o yıllarda postanelerden veya jetonlu telefon kulübelerinden telefon ihtiyacımızı gidermişizdir. Bir süre sonra bizleri sevindiren büyük bir gelişme olmuş, yıllarca sıra beklemeden başvurunun ardından birkaç ayda bağlanan telefonlarla, kulübelerde kartlı ankesörlerle tanıştık. Bunun ardından kablosuz ilk araç telefonları girdi hayatımıza. Aslında hayatımıza da değildi. Çünkü kullanan çok kişi değil; üst düzey işleri olanlar veya otobüsler olmuştu. Telefondaki bu teknolojik gelişme bizim hayatımızın belki 40-50 yılını almıştı.
İlk cep telefonlarının çıkışını hatırlıyorum. 90’lı yıllardı. Binlerce dolar değeriyle şimdikilerin yanında çok kaba görüntülü, büyük antenli…
Aradan geçen 10-15 yıl içindeki telefonun gelişimi, değişimi hepimizce malum. İçerisinde internetten, fotoğraf makinesi hatta kamera özelliğine, oyun, hesap makinesi, müzik sistemi ve buna benzer pek çok özellik. Artık küçücük yavrularımız bile pek çok özelliği kullanır halde.
Bu baş döndürücü gelişme sadece telefonda değil pek çok konuda. Tabii ki bu gelişmeler insanoğlunun hayatını kolaylaştırıyor, çağın gerisinde kalmamasını sağlıyor.
Bu noktada bir öykü paylaşmak isterim. Gelişme ne kadar hızlı olursa olsun ruhlarımızı geride bırakmamak adına.
Meksikada Inka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızla tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve böylece beklemeye başlıyorlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar.
Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola sonunda tepenin üstündeki görkemli Inka tapınaklarına geliyorlar.
Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor, “hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik? “Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki;
“Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik...”